İŞ KAZASI MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT ZAMANAŞIMI BAŞLANGICI
İş Kazalarında meydana gelen kalıcı maluliyetler kişileri hayatı boyunca olumsuz
KAVGA EDEN İŞÇİNİN TAZMİNAT HAKKI VAR MI ? |
manada etkilemektedir. Kişide oluşan bedensel zararlar bazen yıllar geçtikçe daha da artabilmektedir. Bunun yanı sıra tam olarak bedensel zararın ne olduğunun tespiti için de belirli bir zaman geçmesi gerekebilmektedir. Bu durumda iş kazasından kaynaklı maluliyet sebebiyle maddi ve manevi tazminat istemleri için zamanaşımı başlangıç süresini olay tarihinden başlatmak çeşitli mağduriyetlere ya da hak kayıplarına sebep olabilmektedir.
Bu noktada kanunda geçen zamanaşımı başlangıç tarihine ilişkin genel nitelikteki hükümlerin doğru yorumlanması önem arz etmektedir. Şekli yorum yerine amaca yönelik yapılan geniş çerçeveli yorumlar daha hukuki ve hakkaniyete daha uygun düştüğü de bilinen bir gerçektedir. Ülkemizde Yargı Organı içerisinde en üst kurulda yer alan HUKUK GENEL KURULU önüne gelen iş kazası olayında zamanaşımı başlangıç tarihi hakkında oldukça detaylı açıklamalarla amaca yönelik yorum yaparak bu husustaki tereddütleri gidermiştir.
2020 Yılı Hukuk Genel Kurulu kararında özetle
“………..zamanaşımının zararın öğrenildiği tarihten itibaren başlayacağı, somut olayda zararın ne zaman öğrenildiğinin önemli olduğu, zarar görenin zararı öğrenmesi için, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında dava açma ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hal ve şartları öğrenmiş olması gerektiği, şayet zararın genişliğini tayin edecek husus gelişmekte olan bir durum ise zamanaşımının bu gelişme sona ermedikçe başlayamayacağı, adli tıp raporunun 2014 tarihli olduğu ve maluliyet durumu tespit edilerek zarar hesabı yaptırıldığı, zararı kesin olarak öğrenme tarihinin adli tıp raporunun tespit tarihi kabul edilmesi gerektiği belirtilmiştir………….”
KARARIN TAM METNİ
Hukuk Genel Kurulu
2017/1593 E. , 2020/535 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : İş Mahkemesi
Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İzmir 7. İş Mahkemesince verilen davanın kısmen kabulüne ilişkin karar davalı işveren vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 21. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
Direnme kararı taraf vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi :
Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin 24.02.2004 tarihinde 24:00–08:00 vardiyasında sabah saatlerinde pres olarak tabir edilen makinede çalışırken makinenin kasa denilen bölümün içindeki pistonun sarma işi bitince pistonun düğmesine bastığını ve bu sırada başının döndüğünü o anda elinin makineye sıkıştığını hissettiğini, makinenin kapatma düğmesinin 1,5 metre uzaklıkta olması nedeniyle düğmeye basamadığını ve müvekkilinin bileğinin ve baş parmağının koptuğunu, bileği koptuktan sonra yere düştüğünü, sonrasında müvekkilinin El ve Mikro Cerrahi Hastanesine götürüldüğünü, müvekkilinin elinin ameliyat ile dikildiğini, şu anda bileğinde vida olduğunu, elini normal şekilde hareket ettiremediğini, elinin üzerindeki derinin hafif bir ısıda hemen yırtıldığını, davalı şirketin gerekli önlemleri alması hâlinde bu kazanın oluşmayacağını, şayet kapatma düğmesinin veya acil durum düğmesinin makine üzerinde olması hâlinde kazanın vahim sonuçlarının oluşmayacağını, kazanın meydana gelmesinde iş güvenliği için gerekli tedbirleri almayan işverenin sorumlu olduğunu ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla, kaza sonucu yapılan hastane, tedavi ve yol masrafları nedeniyle 500,00TL’nin, müvekkilinin çalışamadığı günler için 1.000,00TL tazminatın, iş gücü kaybı nedeniyle uğradığı zarar için 10.000,00TL tazminatın ayrıca 50.000,00TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiş ve 09.05.2015 harç tarihli ıslah dilekçesi ile müvekkilinin çalışamadığı günler için istenen tazminat talebini 1.719,76TL’ye maddi tazminat talebini ise 39.157,61TL’ye yükseltmiştir.
Davalı Cevabı:
Davalı işveren vekili cevap dilekçesinde; müvekkili şirket yetkililerinin olay günü yaralanması nedeniyle davacıyı Bozyaka SSK Hastanesine oradan Ege Üniversitesine ardından da El ve Mikro Cerrahi Hastanesine götürdüğünü, burada ameliyatının yapıldığını, müvekkilinin toplam 8.989,00TL ameliyat ve tedavi nedeniyle harcama yaptığını, davacının iş yerinde pres işçisi olarak çalıştığını, meydana gelen kazada gerekli dikkati göstermediğini, davacının kendi kusuru ile kazanın meydana gelmesine neden olduğunu, kazadan sonra müvekkili şirket yetkililerinin davacı ile maddi ve manevi olarak yakından ilgilendiklerini, davacının tedavisi bittikten sonra fabrikada başka bir işte çalışmaya devam ettiğini, davacının 2006 yılı Nisan ayında başka bir işçiye karşı taciz ve sarkıntılık eylemi gerçekleştirdiğini ve olayın savcılığa intikal ettiğini,
SGK tarafından davacıya peşin değerli gelir bağlandığını ve geçici iş göremezlik ödeneği ödendiğini, Kurum tarafından ödenen paraların rücuen tahsili için müvekkili şirket aleyhine dava açıldığını belirterek davanın reddini savunmuş ve davalı işveren vekili tarafından yargılama aşamasında davacı tarafından sunulan ıslah dilekçesine karşı zamanaşımı definde bulunulmuştur.
Yerel Mahkeme Kararı:
İzmir 7. İş Mahkemesinin 21.05.2015 tarihli ve 2006/1396 E., 2015/294 K. sayılı kararı ile; iş kazasının meydana gelmesinde davacının %40, davalının %60 oranında kusurlu olduğu ve 2014 tarihli adli tıp raporuna istinaden davacının %18.2 oranındaki maluliyet durumu kesinleştiğinden davalının zamanaşımı define itibar edilmediği gerekçesiyle, davacının çalışamadığı günler için geçici iş göremezlik zararının 1.719,76TL, iş gücü kaybı nedeniyle meydana gelen zararının ise 39.157,61TL olduğu, bu miktarların olay tarihinden itibaren yasal faiziyle davalıdan tahsiline, davacının tedavi masraflarına yönelik talebinin reddine ve olayın meydana geliş biçimi, kusur oranları, davacının maluliyet oranı ve tarafların mali durumları dikkate alınarak 40.000,00TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Özel Daire Kararı:
İzmir 7. İş Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı işveren vekili tarafından temyiz isteminde bulunmuştur.
Yargıtay 21. Hukuk Dairesince 09.02.2016 tarihli ve 2015/15481 E., 2016/1530 K. sayılı kararı ile;
“…1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerektirici nedenlere, temyizin kapsamı ve temyiz nedenlerine göre davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki diğer temyiz itirazlarının reddine,
2-Dava 24.02.2004 tarihinde meydana gelen iş kazası sonucu %18,20 oranında sürekli iş göremezliğe uğrayan sigortalının maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.
Mahkemece davacının maddi tazminat isteminin kabulüne, manevi tazminat isteminin ise kısmen kabulüne karar verilmiş ve bu karar süresinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Davacının iş kazası sonucu %18,20 oranında sürekli iş göremezliğe uğradığı olayda davacının %40, davalı işverenin %60 oranında kusurlu olduğu dosya içeriğinden anlaşılmaktadır.
Gerek mülga BK’nın 47 ve gerekse yürürlükteki 6098 sayılı TBK’nın 56. maddesinde hâkimin bir kimsenin bedensel bütünlüğünün zedelenmesi durumunda, olayın özelliklerini göz önünde tutarak, zarar görene uygun bir miktar paranın manevi zarar adı ile ödenmesine karar verebileceği öngörülmüştür. Hâkimin olayın özelliklerini göz önünde tutarak manevi zarar adı ile zarar görene verilmesine karar vereceği para tutarı adalete uygun olmalıdır.
Hükmedilecek bu para, zarara uğrayanda manevi huzuru doğurmayı gerçekleştirecek tazminata benzer bir fonksiyonu olan özgün bir nitelik taşır. Bir ceza olmadığı gibi, mamelek hukukuna ilişkin zararın karşılanmasını da amaç edinmemiştir
O hâlde, bu tazminatın sınırı onun amacına göre belirlenmelidir. Takdir edilecek miktar, mevcut hâlde elde edilmek istenilen tatmin duygusunun etkisine ulaşmak için gerekli olan kadar olmalıdır. 26.06.1966 günlü ve 7/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’nın gerekçesinde takdir olunacak manevi tazminatın tutarını etkileyecek özel hâl ve şartlar da açıkça gösterilmiştir. Bunlar her olaya göre değişebileceğinden hâkim bu konuda takdir hakkını kullanırken ona etkili olan nedenleri de karar yerinde objektif ölçülere göre isabetli bir biçimde göstermelidir.
Hâkimin bu takdir hakkını kullanırken, ülkenin ekonomik koşulları tarafların sosyal ve ekonomik durumları paranın satın alma gücü, tarafların kusur durumu olayın ağırlığı davacının sürekli iş göremezlik oranı, işçinin yaşı, olay tarihi gibi özellikleri göz önünde tutması, hükmedilecek tutarın manevi tatmin duygusu yanında caydırıcılık uyandıran oranda olması gerektiği de söz götürmez.
Bu ilkeler gözetildiğinde davacı yararına hüküm altına alınan 40.000,00TL manevi tazminatın fazla olduğu açıkça belli olmaktadır.
Maddi tazminata gelince: Davacının 21.07.2006 tarihli kısmi dava dilekçesi ile fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak 11.000,00TL maddi ve 50.000,00TL manevi tazminat istemli olarak dava açtığı ve bilahare, 09.05.2015 tarihinde maddi tazminata ilişkin istemini ıslah suretiyle artırdığı, davalı tarafça süresi içerisinde zaman aşımı def’inin ileri sürüldüğü, davacının maddi tazminat isteminin kabulü sırasında ıslahen artırılan bölümünde dikkate alındığı uyuşmazlık konusu değildir.
Uyuşmazlık bu tür davalarda gerek yürürlükten kalkan 818 sayılı Borçlar Kanununun 125. maddesi ve gerekse yürürlükteki 6098 sayılı Yasanın 146. maddesi gereğince uygulanmakta olan 10 yıllık zaman aşımı süresinin hangi tarihte başlatılması gerektiği noktasında toplanmaktadır.
Uygulama ve öğretide kabul edildiği üzere, zamanaşımı failin ve zararın öğrenildiği tarihten başlatılmalıdır. Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında bir dava açma ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hal ve şartları öğrenmiş olması demektir. Vücut bütünlüğünün ihlalinden doğan zarar, ancak bakım ve tedavi sonucunda düzenlenen hekim raporuyla belirli bir açıklığa kavuşur.
Bedensel zararın gelişim, gösterdiği durumlarda zamanaşımına başlangıç olarak hastalık seyrinin yani gelişimin tamamlandığı tarihin esas alınması gerekir. Somut olayda sol elinin preste ezilmesi ile sol el bilek ve 1. Parmak hareketlerinde kayıp oluşan davacı bakımından değişen ve gelişen bir durumun söz konusu olmadığı ve en geç bu tarihte zararın öğrenildiği ortadadır.
Davacının ıslah dilekçesinde ileri sürdüğü, istemin sonucunun artırılması şeklinde olsa da, yeni bir dava niteliğindedir. O hâlde ıslah dilekçesiyle artırılan talep için yeni bir dava da ileri sürülmesi gereken tüm itiraz ve defi-ilerin ileri sürülmesi mümkündür. Hâl böyle olunca, davacı tarafından 09.05.2015 tarihinde maddi tazminat isteminin ıslah yoluyla artırılması üzerine, süresi içerisinde davalı tarafından ileri sürülen zamanaşımı def’i nin kabul edilerek ıslahen artırılan miktara ilişkin maddi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekirken, Adli Tıp Kurumu raporuyla birlikte zararının öğrenildiği ve bu tarihten itibaren zaman aşımının işlemeye başlayacağının kabulü ile ıslahen artırılan miktarı da kapsar biçimde maddi tazminat talebinin kabulüne karar verilmesi hatalı olmuştur.
Mahkemece yukarıda açıklanan maddi ve hukuksal olgular dikkate alınmadan, manevi tazminatın takdirinde ve zaman aşımının başlangıcında yanılgıya düşülerek yazılı şekilde hüküm kurması usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O hâlde, davalının bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul olunmalı ve hüküm bozulmalıdır…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
Yerel Mahkeme Direnme Kararı
İzmir 7. İş Mahkemesinin 05.05.2016 tarihli ve 2016/215 E., 2016/257 K. sayılı kararı ile;
zamanaşımının zararın öğrenildiği tarihten itibaren başlayacağı, somut olayda zararın ne zaman öğrenildiğinin önemli olduğu, zarar görenin zararı öğrenmesi için, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında dava açma ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hal ve şartları öğrenmiş olması gerektiği, şayet zararın genişliğini tayin edecek husus gelişmekte olan bir durum ise zamanaşımının bu gelişme sona ermedikçe başlayamayacağı, adli tıp raporunun 2014 tarihli olduğu ve maluliyet durumu tespit edilerek zarar hesabı yaptırıldığı, zararı kesin olarak öğrenme tarihinin adli tıp raporunun tespit tarihi kabul edilerek
Özel Dairenin bozma kararına maddi tazminat yönünden direnilmesine, manevi tazminat yönünden ise uyulmasına karar verilerek, 20.000,00TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi :
Direnme kararı süresi içinde taraf vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda 24.02.2004 tarihinde meydana gelen iş kazası nedeniyle maddi ve manevi tazminat talebinde bulunan davacının zararı hangi tarihte öğrendiğinin kabulü gerektiği burada varılacak sonuca göre 09.05.2015 tarihli ıslah dilekçesiyle talep ettiği maddi tazminat yönünden zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle hizmet sözleşmesi ve işverenin iş kazasından kaynaklanan sorumluluğunun niteliği üzerinde durmakta yarar vardır.
İlk olarak belirtilmelidir ki, işçi kavramının tanımında hizmet sözleşmesinden hareket edilmekteyse de yürürlükten kalkan 1475 sayılı İş Kanunu’nda bu sözleşmenin tanımına ilişkin bir hükme yer verilmemiştir. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 8. maddesinde, “İş sözleşmesi, bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (işveren) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşmedir.” tanımlaması yapılmıştır.
Hizmet akdi, mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 313/1. maddesinde “Hizmet akdi, bir mukaveledir ki onunla işçi, muayyen veya gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeyi ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeği taahhüt eder.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımda sadece hizmet ve ücret unsurları belirgin iken, 4857 sayılı yeni İş Kanunu’nda, daha önce Anayasa Mahkemesi ve öğretinin de kabul ettiği gibi “bağımlılık” unsuruna da yer verilmiştir.
01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 393/1. maddesinde ise hizmet sözleşmesi “işçinin işverene bağımlı olarak belirli veya belirli olmayan süreyle işgörmeyi, işverenin de ona zamana ve yapılan işe göre ücret ödemeyi üstlendiği sözleşme” olarak tanımlanmıştır.
Bu hâliyle denilebilir ki hizmet sözleşmesi bir yanda işçinin iş görme borcunu, öte yanda işverenin ücret ödeme borcunu ihtiva eden, taraflardan her birinin öteki tarafın edimine karşı borç yüklendiği iki taraflı bir sözleşme olarak tanımlanabilir.
Hizmet sözleşmesinden kaynaklanan iş ilişkisi ise işçi yönünden işverene içten bağlılık (sadakat borcu), işveren yönünden işçiyi korumak ve gözetmek borcu şeklinde ortaya çıkar. Gerçekten işçi, işverenin işi ve işyeri ile ilgili çıkarlarını korumak, çıkarlarına zarar verebilecek davranışlardan kaçınmak, buna karşı işveren de işçinin kişiliğine saygı göstermek, işçiyi korumak, işyeri tehlikelerinden zarar görmemesi için iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almak, işçinin özlük hakları ve diğer maddi çıkarlarının gerektirdiği uygun bildirimlerde ve davranışlarda bulunmak, işçinin çıkarına aykırı davranışlardan kaçınmakla yükümlüdür.
İşveren gözetme borcu gereği çalıştırdığı işçileri işyerinde meydana gelen tehlikelerden korumak, onların yaşam, bedensel ve ruhsal sağlık bütünlüklerini korumak için iş yerinde teknik ve tıbbi önlemler dâhil olmak üzere bilimsel ve teknolojik gelişmelerin gerekli kıldığı tüm önlemleri almak zorundadır.
İş kazasının vuku bulduğu tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı BK’nın 332. maddesinde;
“İş sahibi, aktin özel hâlleri ve işin mahiyeti noktasından hakkaniyet dairesinde kendisinden istenebileceği derecede çalışmak dolayısıyla maruz kaldığı tehlikelere karşı icap eden tedbirleri ittihaza ve münasip ve sıhhi çalışma mahalleri ile işçi ile birlikte ikamet etmekte ise sıhhi yatacak bir yer tedarikine mecburdur.
İş sahibinin yukarıdaki fıkra hükmüne aykırı hareketi neticesinde işçinin ölmesi hâlinde onun yardımından mahrum kalanların bu yüzden uğradıkları zararlara karşı isteyebilecekleri tazminat dahi akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabi olur.” düzenlemesine yer verilmiştir.
10.06.2003 tarihli ve 4857 sayılı İş Kanunu’nun “İşverenlerin ve İşçilerin Yükümlülükleri” kenar başlıklı 77. maddesinin 1. fıkrasında da benzer bir düzenlemeye yer verilmiştir. Bu fıkraya göre işverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler.
Nitekim mevzuatta bulunan bir kısım boşluklar bu kez kanun koyucu tarafından 30.06.2012 tarihli ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile doldurulmaya çalışılmıştır.
İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun 37. maddesiyle 4857 sayılı Kanun’un 77 ve devamı bir kısım maddeler yürürlükten kaldırılarak, iş sağlığı ve güvenliği konusunda yeni düzenlemeler getirilmiştir. 6331 sayılı Kanun ile iş yerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin düzenlemesi amaçlanmıştır.
Bunun yanında 6331 sayılı Kanun’a paralel olarak, 818 sayılı BK’nın 332. maddesi gelişen teknoloji ve diğer veriler gözetilerek revize edilmiş ve 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı TBK’nın 417. maddesi düzenlemiştir.
İlgili madde;
“İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla, özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.
İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür.
İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye aykırı davranışı nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabidir.” şeklinde düzenlenmiştir.
818 sayılı BK’nın 332. maddesinin karşılığı olarak çağdaş bir yaklaşımla düzenlenen 6098 sayılı TBK’nın 417. maddesinin 2. fıkrasında yer alan “İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak; işçilerde iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür” hükmü ile, 4857 sayılı İş Kanunu’nun mülga 77/1. maddesiyle bütünlük sağlandığı gibi 3. fıkrasındaki “İşverenin yukarıdaki hükümler dahil kanuna ve sözleşmeye aykırı davranışı nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabidir” hükmü ile de hizmet sözleşmesinden kaynaklanan sorumluluğun hukuki niteliği konusunda tartışmalar sona erdirilmiş, sözleşmeye aykırılıktan kaynaklanan ölüme ve vücut bütünlüğünün zedelenmesine veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmininde sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerinin uygulanacağı öngörülmüştür.
İşverenin gözetme borcu iş akdinden kaynaklandığından işçi, iş kazasından doğan vücut bütünlüğünün zedelenmesi nedeniyle açacağı maddi ve manevi tazminat davasında sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerine (TBK 112 ve 417.) dayanabilecektir. Öte yandan, işverenin bu davranışı, kişi varlıklarını doğrudan korumayı amaçlayan (iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin) emredici kuralların kusurlu bir davranışla ihlali niteliğinde olup, aynı zamanda haksız fiil oluşturur. Bu nedenle işçilerin iş kazasından kaynaklanan tazminat taleplerinde sözleşmeden doğan ile haksız fiilden doğan dava hakları yarışır. İşçinin ölümü veya vücut bütünlüğünün zedelenmesi hâli sözleşmeye aykırılık doğuracak olmakla birlikte bu durum aynı zamanda bir haksız fiilin unsurunu da oluşturur (Oğuzman, K.: İş Kazası veya Meslek Hastalığından Doğan Zararlardan İşverenin Sorumluluğu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C. 34, S. 1-4, 1968, s. 339).
“……İşçi zararının tazmini için sözleşmeye aykırılık veya haksız fiil hükümlerine dayanmakta serbesttir.
Sonuç itibariyle denilebilir ki, iş kazasında işverenin hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcuna aykırı davranması söz konusu olduğundan iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında sözleşmeye aykırılığa dayalı sorumluluk hükümlerinin uygulanması mümkündür.
İşverenin iş kazasından kaynaklanan sorumluluğunda sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerinin uygulanabileceği belirtildikten sonra zamanaşımı kavramı ve başlangıcı üzerinde durulmalıdır……….”
Zaman, doğal ve sosyal yaşamda olduğu kadar, hukukta da önemli etkilere sahip olan bir kavramdır. Gerçekten, hukukta normların yürürlüğü, hakların kazanılması ve kaybedilmesi, yaptırımların uygulanması belirli sürelere bağlanmıştır. Ancak, hukukun her dalında sürelerin türleri ve nitelikleri farklı olup, değişik sonuçlar doğurmaktadır (Tutumlu, M. A.: Türk Borçlar Hukukunda Zamanaşımı ve Uygulaması, 2. Baskı, Ankara 2001, s. 25).
Özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde yasanın kabul etmiş olduğu sürenin tükenmesi anlamına gelmektedir (Velidedeoğlu, H. V.: Türk Medeni Hukuku, c. 1, cüz I, 6. Baskı, İstanbul 1959, s. 274).
Zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden, dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade etmektedir. Sonucu alacak hakkına son verme değil, onu eksik borç hâline getirme olarak ortaya çıkmaktadır. Zamanaşımına ilişkin düzenlemelerin temelinde iddia edilen alacağın aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen kullanılmaması karşısında borçlunun oldukça uzak geçmişte kalan bir borçtan doğabilecek ihtilaflara karşı korunması, kendi alacağına karşı uzun süre kayıtsız kalan kimsenin bu hakkının artık korunmaya layık olmadığını kabul etmiş sayılması yatmaktadır. Diğer bir ifadeyle özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı, bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde yasanın kabul etmiş olduğu sürenin tükenmesi anlamına gelmektedir.
İş kazası sonucu işverenin sorumluluğu sözleşmeye aykırılığa dayandığından 6098 sayılı TBK’nın 146-161 (818 sayılı BK’nın 125-140.) maddeleri arasında düzenlenen zamanaşımı hükümlerinin uygulanması gerekmektedir. İlgili maddeler arasında düzenlenen zamanaşımı, hakkın ileri sürülmesini engelleyici nitelikte olup, alacak hakkı alacaklı tarafından yasanın öngördüğü süre ve koşullar içinde talep edilmediğinde etkin bir hukuki himayeden, başka bir deyişle dava yoluyla elde edilebilme olanağından yoksun bırakılmaktadır.
Zamanaşımına uğrayan alacağın tahsili hususunda devlet kendi gücünü kullanmaktan vazgeçmekte, böylece söz konusu alacağın ödenip ödenmemesi keyfiyeti borçlunun iradesine bırakılmaktadır. Şu hâlde zamanaşımına uğrayan alacak ortadan kalkmamakla beraber artık doğal bir borç (Obligatio naturalis) hâline gelmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, alacağın salt zamanaşımına uğramış olması, onun eksik bir borca dönüşmesi için yeterli olmayıp borçlunun kendisine karşı açılmış olan alacak davasında alacaklıya yönelik bir def’ide bulunması gerekir (Reisoğlu, S.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul 1998, s. 334, HGK’nın 05.05.2010 tarihli ve 2010/8-231 E., 2010/2553 K.; 03.05.2006 tarihli ve 2006/4-232 E., 2006/269 K. sayılı kararları).
Yargıtayın istikrar kazanmış son uygulamalarına göre, zamanaşımı hukuki niteliği itibariyle, maddi hukuktan kaynaklanan bir def’i olup usul hukuku anlamında ise bir savunma aracıdır (HGK’nın 06.04.2011 tarihli ve 2010/9-629 E., 2011/70 K.; 09.10.2013 tarihli ve 2013/4-36 E., 2013/1457 K.; 12.03.2014 tarihli ve 2013/4-544 E., 2013/315 K. sayılı kararları).
Nitekim, Türk-İsviçre öğretisinde ağırlıklı görüşün ve İsviçre Federal Mahkemesinin de, zamanaşımını maddi hukuka ilişkin bir kavram olarak kabul ettikleri anlaşılmaktadır (Erdem, M.: Özel Hukukta Zamanaşımı, 1. Baskı, İstanbul 2010, Sahife: 8, dipnot 15-16).
818 sayılı BK’nın 125. maddesine göre “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde her dava on senelik müruru zamana tabidir.” düzenlemesine yer verilmiştir. Yine TBK’nın 146. maddesinde benzer bir düzenleme ile “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir.” hükmü yer almaktadır.
Kanun koyucu hem BK’nın 125. maddesi hem de TBK’nın 146. maddesi ile alacak haklarının tabi olacağı genel zamanaşımı süresini düzenlemiş olup, aksine bir yasal düzenleme olmayan hâllerde on yıllık sürenin uygulanması gerektiği açıktır. İş kazası hâlinde de zamanaşımı süresine yönelik ayrı bir düzenleme bulunmadığından TBK’nın 146. (BK 125.) maddesine göre on yıllık zamanaşımı süresi uygulanacaktır.
TBK’nın 149. (BK 128.) maddesi uyarınca ise zamanaşımı, alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlar. Muacceliyet, bir borç ilişkisinde, alacaklının edimi isteyebileceği ve borçlunun da bu isteme uyarak, edimi ifa etmekle yükümlü olduğu anı belirler. Bir başka deyişle, söz konusu anda borç ifa kabiliyeti kazanır ve alacaklı yine o anda edimi kabul etmekle yükümlü olur. Bir alacağın ya da borcun muaccel olması, ilke olarak edimin ifası için öngörülmüş bulunan vadenin dolmasıyla gerçekleşir.
Somut olay bakımından uyuşmazlığın çözülebilmesi için davacının talep ettiği iş kazasından kaynaklanan maddi tazminat talepleri yönünden zamanaşımının hangi tarih itibariyle başlayacağının belirlenmesi gerekmektedir. Zamanaşımı süresinin tespitinde, zarar ve zararın öğrenilme tarihinin önemi açıktır. Bu noktada da, zararın ne zaman öğrenildiği önem kazanmaktadır.
Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında bir dava açılmasına ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hal ve şartların öğrenilmiş olması demektir. Zararın öğrenilmesi, zarar verici olayın değil, zararın varlığı, niteliği, unsurları ve kapsamının kesin olarak bilinmesi demektir. Zarar verici eylemin sonuçları ve zarar tam olarak ortaya çıkmadıkça zarar görenin zararı öğrendiğinden söz edilemez.
Zararı öğrenme zararın kesin şekilde belli olduğu tarihtir. Diğer bir deyişle, sigortalıya bağlanacak gelir ve hüküm altına alınacak tazminatın miktarını doğrudan etkilemesi nedeniyle işçide oluşacak meslekte kazanma güç kayıp oranının hiçbir duraksamaya yol açmayacak biçimde saptandığı tarihten itibaren zamanaşımının başlatılması gerekir. Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.06.2002 tarihli ve 2002/4-470 E., 2002/477 K. sayılı kararı da bu doğrultudadır.
Bu durumda soyut öğrenme, kesin bir bilgi edinememe ve zararın unsurlarını (örneğin sakatlık derecesi ya da ne gibi beden rahatsızlığı oluştuğu) bilememe durumunda zarar ve sonuçları öğrenilmiş sayılamaz. Bu gibi durumlarda da, zamanaşımı kesin öğrenmeden sonra başlamalıdır. Aksi takdirde gerçek zarar karşılanmamış ve hak kaybına sebebiyet verilmiş olacaktır.
Anayasa Mahkemesi 21.03.2019 tarihli ve 2016/1253 başvuru sayılı kararında kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen veya mahkeme kararını anlamsız hâle getiren, bir başka anlatımla mahkeme kararını önemli ölçüde etkisizleştiren sınırlamaların mahkemeye erişim hakkını ihlal edebileceğini, mahkemelerin usul kurallarını uygularken yargılamanın hakkaniyetine zarar getirecek ölçüde katı şekilcilikten kaçınmaları gerektiğini, kanunla öngörülmüş usul şartlarının ortadan kalkmasına neden olacak ölçüde aşırı esneklikten de kaçınmaları gerektiğini, mevzuatta öngörülen dava açma süresine ilişkin kuralların hukuka açıkça aykırı olarak yanlış uygulanması veya bu sürelerin hatalı hesaplanması nedenleriyle kişilerin dava açma ya da kanun yollarına başvuru haklarını kullanmasına engel olunmasının ihlal oluşturabileceğini, bu bağlamda dava açma süresinin işlemeye başladığı anın mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahalenin ölçülülüğü bağlamında büyük önem taşıdığını vurgulamıştır. Anayasa Mahkemesi kararı çerçevesinde de değerlendirme yapıldığında asıl olan ilkenin usul kuralları uygulanırken yargılamada hakkaniyete zarar verecek ölçüde katı şekilcilikten kaçınmak olduğu anlaşılmaktadır.
Yukarıdaki bilgiler ışığında somut olay değerlendirildiğinde, davacı işçi 24.02.2004 tarihinde meydana gelen iş kazası neticesinde yaralanmıştır. Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı tarafından düzenlenen 04.03.2004 onay tarihli meslekte kazanma gücü kaybı oranı tespit formunda davacının sürekli iş göremezlik oranı %18.2 olarak belirlenmiş, ancak kontrol muayene kaydının gerekli olmadığı belirtilmiş, davacıya Kurum tarafından 18.05.2006 tarihli gelir bağlama kararı ile iş göremezlik geliri bağlanmış ve davacı tarafından %18.2 maluliyet oranına itiraz edilmemiştir. Davalı işveren tarafından ise yargılama devam ederken iş göremezlik oranının belirlenmesi için ayrı bir tespit davası açılmış, iş bu dosya yönünden bekletici mesele yapılmıştır.
Davacı tarafından 21.07.2006 tarihinde açılan tazminat davasında, maluliyet oranının tespiti amacıyla açılan bir diğer dosyanın bekletici mesele yapılması neticesinde, davacı kesin bir şekilde maluliyet oranını öğrenemediği için talep edebileceği tazminat miktarını tespit dosyası kesinleşinceye kadar öğrenememiştir. Davacının meslekte kazanma gücü kaybı oranının belirlenmesi iş kazasından dolayı talep ettiği maddi tazminatın sınırlarının belirlenmesi için gerekli olup, bu oranı bilmeden talep edebileceği maddi tazminatı bilmesi beklenemez.
Bu durumda Yargıtay 10. Hukuk Dairesi tarafından maluliyet oranının tespitine dair dosyanın onanarak kesinleştiği 04.04.2016 tarihinde davacının zararının kesin şekilde belli olduğu kabul edilmeli ve zamanaşımının meslekte kazanma gücü kaybı oranının kesin şekilde belirlenmesinden sonra hesaplanması gerekmektedir. Bu nedenlerle davacının 09.05.2015 tarihli ıslah dilekçesiyle talep ettiği maddi tazminatları zamanaşımına uğramadığından, zamanaşımının başlangıç tarihinin olay tarihi olduğu ve davacının ıslah dilekçesiyle talep ettiği maddi tazminatlarının zamanaşımına uğradığına dair Özel Daire bozma kararı yerinde değildir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, zararın öğrenilmesinin onun kapsamının değil, varlığının öğrenilmesi anlamında olduğu, zararın varlığı, niteliği ve esaslı unsurları hakkında bir dava açmaya, o davayı ciddi ve objektif bir şekilde desteklemeye, gerekçelerini göstermeye elverişli yeterli hal ve şartların öğrenilmesinin, zararın öğrenilmiş sayılması için yeterli olduğu, somut olayda zamanaşımı başlangıç tarihinin olay tarihi olduğu ve davacının ıslah dilekçesiyle talep ettiği maddi tazminatlarının zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle yerel mahkeme kararının bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de Kurul çoğunluğu tarafından bu görüş benimsenmemiştir.
Hâl böyle olunca, yerel mahkemenin yukarıda açıklanan hususlara değinen direnme kararı yerindedir.
Ne var ki, bozma nedenine göre işin esası Özel Dairece incelenmediğinden, taraf vekillerinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle; Direnme uygun olup taraf vekillerinin işin esasına yönelik diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için, dosyanın 21. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, Karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 07.07.2020 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğu ile kesin olarak karar verildi.
Aklınıza takılan tüm soruları sorabilirsiniz. Yorum yapmaktan çekinmeyin.